İzmir MaviBahçe’de -ki gidene kadar buranın çiçekler içinde masalsı bir cafe olduğunu hayal etmiştim, meğer AVM’ymiş- karşımda oturan ve geçmişini tüm açıklığıyla anlatan adamın bir dönem ortalığı kasıp kavuran Asrın Tuncer olduğuna inanmakta zorlanıyorum. Zorlanıyorum çünkü sohbet ilerledikçe, tahminlerimin ya da '90’larda bize yansıyan imajın aksine son derece çocuk ruhlu, tatlı dilli, sempatik bir adamla karşı karşıya olduğumu fark ediyorum. Bu röportaj için mesajlaşırken bir müddet sonra yanıtlarının arasına, “Tamam kuzum” yerleştiren, hava çok sıcak olduğu için röportaja şort ve terlikle gelirse bana ayıp olup olmayacağını soran biri.
Kariyerine Athena’da bas gitar çalarak başlayan, daha sonra Ferit Tuncer’le birlikte kurduğu grubu AF’la (ki ben kuzen olduklarını sanıyordum, soyadlarının aynı olması bir tesadüfmüş) 1996 yılında büyük bir çıkış yapan, savurduğu saçlarıyla bilhassa genç kızların kendinden geçmesine sebep olan, sayısız ödül ve konserin ardından grupla yollarını ayırıp yoluna tek başına devam eden, üç solo albüm yayınlayan Asrın, eski şaşaalı günlerine veda etmiş olsa da bugün, 2018’in sıcak bir temmuz akşamında hikayesini anlatırken geçmişle artık hesaplaşmış gibi görünüyor. Kırgınlıkları ve hayal kırıklıkları hala var. Ama bir yandan yeni haberler, yeni şarkılar, yeni işler de var. Bir kere yakında baba olacak. Renk adını verecekleri kızından bahsederken gözleri parlıyor. Bir single hazırlığı içerisinde. Bir yandan bir su arıtma cihazı firmasının İzmir bölge temsilciliğini yapıyor.
Zamanında iki yakın korumayla sokakta yürüyen daha doğrusu yürüyebilen biri ile kalabalık bir restoranda kahkahalar eşliğinde sohbet ediyoruz.
Yolda senin solo albümlerini dinledim de, resmen oyun havasına bayılıyor gibisin.
Nedenini sana söyleyeyim. Athena’da çaldığım dönemde gündüz Slayer’lar, Metallica’lar, Testament’ler çılgınlar gibi çalıyoruz, akşam da düğün salonunda çalışıyordum.
Aa öyle miydi?
Tabii. Ceylan Düğün Salonu, Üsküdar’da. Ben baktım onu da seviyorum.
Para kazanmak için oradaydın herhalde?
Para kazanmak tabii ki ilk nedendi. Benim gibi amatör bir müzisyen için başka bir yolu yoktu ki. Herhangi bir akademik kariyer yok, alaylı kariyer yok. Ben mesela armoni, minör, majör falan hepsini düğün salonundaki alkolik klavyeciden öğrendim. Bir votka alıyordum ona her seferinde, bana ufaktan dersler veriyordu.
Kaç yaşındaydın?
20. Bir yandan da Athena’da bas gitar çalıyordum.
Nasıl tanışmıştınız?
Milliyet’in liseler arası şarkı yarışmasında. Ben Haydarpaşa Teknik Lisesi’ndeydim, ilk turda elenmiştik. Ama Akmar Pasajı’nda asılan ilanlardan birbirimizi bulduk, buluşmalar başladı. Yaparız ederiz, gaz, Güzel Marmara… (gülüyor) Pentagram’dan Ümit Abi (Yılbar), 'Bunlar benim öğrencilerim' dedi, öğrenci ama herifler deli gibi çalıyorlardı, hala da öyleler zaten. Velhasıl öyle başladı hikaye. Yani düğün salonunda çalarken kafamda öyle bir sentez vardı. Küçükken Kibariye’nin Kim Bilir’ini dinlediğimde, 'Ben bu kadınla düet yapacağım!' diyordum. Ha, bunun için hangi yoldan gidilmesi gerektiğini bilmiyordum. İlk gitarımı da şöyle almaya karar vermiştim zaten, George Michael’ın Faith’i yeni çıkmıştı, 'O çalıyorsa ben de çalarım ulan!' dedim (gülüyor). Ben Bruce Springsteen fanıyım, öyle başladım müziğe. Yüksek Kaldırım’dan onunkine benzeyen gitarı alıp eve geldim, telleri sayıyorum, posterdeki gitarda altı tane var, benimkinde dört. Meğer bas gitar almışım.
Athena’yla tam gaz çalarken bir yandan da düğün salonu. Üstümde pembe gömlekle Grup Palmiye’de çalıyorum.
Bütün bunlar olurken Üsküdar Salacak’ta mıydın?
Evet ama Kadıköy Akmar bağlantım sürekli devam ediyordu. Athena’yla tam gaz çalarken bir yandan da düğün salonu. Üstümde pembe gömlekle Grup Palmiye’de çalıyorum.
Adı o muydu gerçekten?
Evet. Bu arada düğün salonunun sahibi hayatı boyunca Unkapanı’nı aşındırmış, kimse ona albüm yapmamış, müteahhit. O kadar inanmış ki iyi şarkıcı olduğuna, şarkı söyleyebilmek için düğün salonu açmış. İşte böyle bir kültürün de içindeydim. Netice itibariyle benim Kızancıklar’dan başka bir şey üretmem söz konusu dahi olamazdı ama ürettik diye de başıma gelmeyen kalmadı.
Niye?
O bir Hicaz şarkı. Benim kırgınlıklarımı, küskünlüklerimi anlayacaksın şimdi. Biz o albümü çıkarttık, ilk üç ay 16.000 sattı. Yani o dönem için satmadı. Ne zaman Özlem (Tekin) ve Ünlü’yle turneye çıktık, o zaman iş gazını aldı gitti. Ama sizler bizi bildiğiniz andan itibaren herkes bizim üstümüze geldi, 'Böyle rock mı olur?' diye.
Bir üretim ortaya koyduğun zaman seven kadar sevmeyen de oluyor. Normal değil mi bu?
İlla ki. Buna hiçbir lafım yok. Ben o zaman şunu söyledim, Metallica’nın Black albümü olmasaydı biz Metallica’yı bu kadar sektörel bazda görecek miydik? Bana göre görmeyecektik. Yani ben o noktada Kızancıklar ya da Evelallah’tan kaynaklı kaç kişi rock dinliyormuş ona bakarım. Sen beni niye yeriyorsun ki? O zaman Duman’ı niye yermiyorsun? O dönem çok sıkıntı çektik. Ben artık Kemancı’ya giremez hale geldim.
Nasıl ya? O kadar mıydı?
O kadar. ’97 yılında havaalanının orda bir rock festivali düzenlendi. Bir şarkı söylüyordum AF’ın ilk albümünden, eğildim öne doğru, herif suratıma tükürdü.
Aa!
Evet. Bu noktada AF hem fiziksel görünümden, hem marka değerinden, hem Raks’ın yatırımından dolayı çok insanın saldırısına uğradı. Ama suratıma tükürülmesini de hak etmedim. Reha Muhtar bile çıkıp, 'Bu ne biçim rock!' diyordu. Ben ultra bir ses, inanılmaz bir kompozitör, armoni bilgisi uçmuş bir herif falan değilim. Ama bir figürdüm. Onun bu kadar taşlanmaması gerekiyordu.
Ferit, 'Asrın koş, seni biriyle tanıştıracağım' dedi. Gittim, Şehrazat. Şehro da beni yanındakiyle tanıştırıyor. Tanıştırdığı da Sacit (Süha Dilek), Raks’ın genel müdürü. Benim de üstümde deri yelek var, içimde hiçbir şey yok. Şehro da, 'Ulan bu hangi ülkeden geldi?' diye bakıyormuş.
Reaksiyonları biraz kenara bırakalım. AF’la çok ciddi bir çıkış yakaladığınız, sadece eleştirilmediğiniz, kliplerinizin çılgınlar gibi döndüğü, çok konser verdiğiniz bir dönem olarak da hatırlıyorum ben onu.
Tabii, Türkiye’de bir grubun alabileceği ne ödül varsa aldık. Krallar, Kelebekler, Sarımsaklar (gülüyor).
AF’ı nasıl kurdunuz?
Şöyle oldu. Ben Athena’dan aslında kameraman olarak bir kariyer yapmak için ayrıldım.
Sen İstanbul Üniversitesi Radyo Televizyon ve Sinema mezunusun.
Evet. Reuters Haber Ajansı’nda çalışmaya başladım. Bayağı haber kameramanıyım, Tunceli’ye falan gidiyorum. Yapmak istediğim bu. Prestij Müzik’in de estiği dönemler. Ferit, 'Abi ben bir şarkı yaptım, Prestij Müzik’e dinletmek istiyorum' dedi. Ben de o sırada HBB televizyonu için bir program çekiyorum. Programın adı Altın Kalpler. Sunucu Sibel Savacı. Programın konsepti, senin gizlice yaptığın bir iyiliği program ortaya çıkarıyor, sana kalp takıyor. Muazzez Ersoy da çocuk okutuyormuş, onunla çekim yapıyoruz. 'Ya siz firma açıyormuşsunuz, biz müzik yapıyoruz, Athena diye bir grubumuz vardı, ayrıldık' dedim. 'Bu hafta Levent Müzik’i açıyorum, oraya gelin dinlerim' dedi. Gittik açılışa. Zeki Müren hariç herkes oradaydı. Bu arada ben o sırada büyük bir aşk yaşıyorum, aşk yüzünden de sürekli Kınalı Bebek’i dinliyorum. Açılışta Ferit bir köşede içmiş, ben de çiğ köfte kuyruğundayım, İbrahim Tatlıses yapıyor çünkü.
İnanılmaz bir ortam.
(Gülüyor) Ferit, 'Asrın koş, seni biriyle tanıştıracağım' dedi. Ben de çakırkeyif olmuşum, çiğ köfteye ulaşamamışım, mezesiz içiyorum. Gittim, Şehrazat. Ferit de bana altyazı geçiyor, 'Oğlum Kınalı Bebek’i yapan kişi!' diye. Şehro da beni yanındakiyle tanıştırıyor. Tanıştırdığı da Sacit (Süha Dilek), Raks’ın genel müdürü. Benim de üstümde deri yelek var, içimde hiçbir şey yok. Şehro da, 'Ulan bu hangi ülkeden geldi?' diye bakıyormuş. O gece uyanışım Şehro’nun evinde alt kata kusarken oldu. Ertesi gün biz AF projesine başladık. Kameramanlığı bıraktım.
Kaç yaşındaydın?
23.
Nasıl bir dönemdi o?
Anlatayım. Ben çok alışıktım şöhrete. Neden diyeceksin. Benim Şehrazat’la dört yıllık bir ilişkim oldu ve o beni şöhrete alıştırdı. Sabah uyanıyordum, evde Sertab’la Levent pinpon oynuyordu, Sezen’le Şehro bir köşede şarkı yapıyorlardı. Ben hala, 'Metal şöyledir, rock böyledir!' diyordum ama hiç kimsenin etkilenmeyeceği bir durum değil tabii. Bana şarkı söyleten Şehrazat’tır. AF klibi yayına verildiğinde, sanıyorum haziran ayıydı, Büyükada’ya gidelim dedik, bakalım orada nasıl bir tepki oluyor diye. Dönüşte vapur Kadıköy’e yanaştı, indim, türbanlı bir kız beni gördü ve küt diye bayıldı. O zaman insanların imgesel dünyasına girdiğini anlıyorsun.
Nasıl bir hayat sürdürüyordun? Rock ‘n’ roll mu?
Evet (gülüyor). Ama Kral TV’den ödül aldığımda Salacak’ta gemicilerle kanyak içerek kutladım. Şöhretin inişe geçtiği 2005 sonrasında ben yine normal hayatıma devam ettim. Sonradan o kayıkçıların arasına girdiğimde de o kanyağı yine içebildim.
Kökünden uzaklaşmadın yani?
Uzaklaşmadım. Öyle bir hayat görüşüm yok, neticede insanım. Hatalarım var, sevaplarım var.
2005’ten sonra neden bir düşüş oldu?
Mutlaka ki benim başarısızlıklarım olmuştur, yanlış şarkı tercihlerim olmuştur ama bunun yanı sıra teknolojinin şekil değiştirmesi de çok etkili oldu. Her şey hızlandı. İnsanların tüketim alışkanlıkları değişti. Bizim Number 1 dergisinde, Top Pop’ta, Popsi’de posterlerimizi ya da taktığımız kolyeyi hediye olarak veriyorlardı. Ama şimdi başka bir şey oldu.
O hız şok etkisi yarattı mı? Çünkü o dönem yaptığım röportajlardan hatırlıyorum, sektördeki herkes sudan çıkmış balığa dönmüştü. Müziğin nasıl sunulacağı ile ilgili soru işaretleri vardı.
Aynen, şok etkisiydi.
Sen nasıl bir yola gittin?
Bu işin şekil değiştirdiğini gördüm, nereye gittiğini bilmiyordum, dolayısıyla tamamen canlı işlere odaklandım. Marmaris’te bar işlettim. B-52 Bar’da çok yoğun program yaptım, çok da iyi gitti. Bodrum’da da yaptım ama benim için hayalkırıklığıydı çünkü Bodrum’un tüketim trendi farklı.
İstanbul’da, Beyoğlu’nda da çaldın değil mi?
Tabii, sürekli.
O durumda kendinle ilgili bir muhasebe yaptın mı?
Yapıyorsun tabii.
Doğru insanlar, doğru ekipler oldu mu hayatında?
Hayır. Benim de büyük kariyer hatalarım var.
Yani seni kötü hissettirdi mi bu? Yoksa, 'Kardeşim hayat! Her şey olabilir' mi dedin?
Aynen öyle dedim. O bir seçim. Ne yapayım ben? Ya onurumla çalışacağım ya da hiç istemediğim bir müzik yapacağım. Çünkü o kadar büyük bir şöhret olunca… Ya Kadıköy’deki büfeleri biliyorsun, bir tane sosisli istiyordum, herif ekmeğe dolduruyor da dolduruyor, fotoğraflar çektiriyor (gülüyor). Öyle bir dönemdi.
Bunları gülerek de anlatıyorsun. Yani sanki yeri geldiği zaman kendinle dalga da geçebiliyormuş gibi.
Aynen öyle. Onu geçebildiğim için bazı şeyler kolay oldu. Ben en son Kurtalan Ekspres’in solistliğini yaptım üç yıl. Ankara Kızılay Meydanı’ndaki konsere 600.000 kişi geldi. Akıl alır bir iş değildi. E ondan sonra geliyorsun, bir sene sonra, Marmaris’te 60 kişiye çalıyorsun.
Ne hissediyordun orada?
Ya ben şöyle düşünüyorum. Benim işim bir ikna işi. Yan barda da adam aynı şarkıyı söylüyor, ben de burada Another Brick In The Wall’u söylüyorum. Hangimiz daha inandırıcıysak o müşteri eğlenerek çıkıyor. Ben o tatminler üzerindeydim artık. Yani minik bir kalabalığı çok mutlu ediyorsan o domino etkisiyle yayılıyor. Dolayısıyla barda onu yakaladığım zaman yeni albüm çıkarsam yine aynı başarı gelecek inancı hiç gitmedi. Hala da gitmedi.
Şirketlere damacananın zararlarını anlatıyorum, bizzat görüşmelere gidiyorum. 17:00’den sonra tekrar eski kimliğime dönüyorum, rock’çı oluyorum.
Peki şimdi neler yapıyorsun? Bir kere seni İzmir’e hangi rüzgar attı?
Ben evlendim, altı yıl önce. Marmaris’te tanıştık eşimle. Gördüğüm an, 'Benim karım olacak!' dedim. Bir yandan Bodrum’da çalıyordum, orada yaşıyordum ama Bodrum beni yordu. Selin’in ailesi İzmirli. Bodrum’da beklediğimiz reaksiyonları alamayınca buraya taşındık.
İstanbul’a hangi noktada 'hoşçakal' dedin?
2015’te bir albüm çıkardım. Hiçbir şey olmadı o albümden, o zaman.
Şu anda gündüzleri bambaşka bir iş yapıyorsun değil mi?
Evet, Bodrum’dayken Güney Kore firması Woongjin Eversky ile tanıştım, su arıtma üzerine. Tuba (Ünsal) çıkıyor reklamlarına. Beni ikna ettiler. İzmir bölgesinin işlerini yapıyoruz. Sekiz aydır devam ediyor.
Nasıl bir iş bu? Neler yapıyorsun?
Şirketlere damacananın zararlarını anlatıyorum, bizzat görüşmelere gidiyorum. 17:00’den sonra tekrar eski kimliğime dönüyorum, rock’çı oluyorum (gülüyor).
Nerede sahne alıyorsun?
Kuşadası’nda yeni bitti. Ondan önce Urla’daydım. İzmir ve çevresindeyim genelde.
Neler çalıyorsun?
Aklıma ne gelirse. Türkçe-İngilizce. Bon Jovi de var, Antonio Banderas da. Kendi formatımda sunuyorum. Ekipte beş kişiyiz.
Yeni bir şeyler de var değil mi? Single yapıyorsun.
Şimdi dinleteceğim sana. 9/8'lik bir şarkı. Adı Sen Beni Arama. Burak Saltan diye bir gitarist vardır, en son Fettah Can’a çalıyordu, onun şarkısı.
Sen bir şeyler yazıyor musun?
Şu sıra pek bir şey gelmiyor. Ama bizim evde üç köpeğimiz var, onları sabah dışarı çıkarttığımda bir sürü şey geliyor aklıma ama şu an tüketim trendi o kadar hızlı değişiyor ki, nasıl yapmalıyım, nereye doğru çekmeliyim, onu bilemiyorum.
Sektördeki kilit isimlerle ya da o dönemden arkadaşlarınla irtibatta mısın?
Şehrazat dışında kimseyle değilim.
Plak şirketi sahipleri?
Melis nasıl anlatayım, hoşlanmıyorum. Ben seninle şu anda dertleşiyorum, bu bir röportaj değil aslında. Ben bu dertleşmeyi bir kokteylde (sesini ciddileştiriyor) 'Merhaba!' diye yapamam ki. Anlatabiliyor muyum? Onu yapamadım ben hayatımda. Ve yapamayacağım da.
Yani politik olmadın ya da bu işin gereği neyse onu yapacak adam olmadın.
Olmadım. Ama belli bir yerden sonra yıkıma uğruyorsun. Babam öldüğünde iki arabam vardı onları sattım, evden çıktık. Üsküdar’dan Beşiktaş’a motorla geçiyordum, insanların bir bölümü, 'Yazık be!' diyordu, bir bölümü ise, 'Düştün işte motora!'
Nasıl tepki veriyorlar sana sokakta?
'Neden bitti?' Bitmedi ki.
Ama neden İstanbul’da kalıp asılmadığını soruyorlar belki de.
Muhtemelen. İyi niyetliler öyle soruyor. Diğerleri, 'Haha neden bitti?' diye soruyor. B şıkkıyla mücadele edebiliyor olmak, bunu göğüsleyebiliyor olmak bir yere kadar kolay, bir yerden sonra şişiyorsun.
Birkaç ay sonra baba olacaksın. Nasıl bir heyecan?
Ben 46 yaşında bir herifim. Kız olacağını ilk öğrendiğimde hüngür hüngür ağlamaya başladım. Hep hayalimde onunla konserlere gideceğiz, maça gideceğiz, Fenerli olacak.
A sen Fenerlisin?
Sen?
Galatasaraylıyım.
Yazıklar olsun ya (gülüyor).
Kızınla ilgili hayalleri kurarken kimin konseri canlanıyor gözünde?
Benim.
Başkası var mı?
MFÖ’yü görsün isterim. Hamilelik döneminde çok sesli müzik dinletiyoruz. MFÖ de üçlü beşli vokallerde virtüöz. Kulağı çok sesli müziğe yatkın olsun istiyoruz.
Hayalin var mı müzisyen olsun diye?
Enstrüman çalsın istiyorum çünkü beynin başka türlü çalışmasını sağlıyor.
Şu anda hayatının başka bir ritmi var ama '90’larda inanılmaz olaylar yaşadığına eminim. 'Aman Allah’ım sürreal bir şeydi!' diye hatırladığın bir anın var mı?
Var ama… (kahkaha atıyor)
Tamam onları geçelim, şimdi yeni baba olacaksın, eski çapkınlık mevzularına girmeyelim.
(Gülüyor) Ödüller bir kere hakikaten çok ruhu gıdıklayan bir şey. Onlar, 'Ulan iyi ki bu işi yapıyorum' dediğin anlar. Sonra 600 bin kişilik konser… Soundcheck yapıyorsun, sesin Çankaya’ya çarpıp geri geliyor. Çok üst düzey bir duygu. Almula Merter vardır, Ferdi Merter’in kızı. Onların sahneye koyduğu Şahane Düğün oyununda 1.5 yıl oynadım. O da bana inanılmaz gelmişti. Başarabileceğimi düşünmediğim bir işti. Bir müzikal aritmetik kafama yazabilmişim, şov dünyasının gerekliliklerini kendi beden dilime yansıtabilmişim dediğim an oldu. Ben müziğin bana çok şey kazandırdığına inanıyorum. Hala aynı adamım, arka mahallenin çocuğuyum. Zıpır bir herifim. Ama bu zıpır herif de artık biraz daha olgunlaştı tabii (gülüyor).